Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı’ndan sonra merakla beklenen yeni romanı Mücellâ’da bizleri 1920-1970’li yılların Türkiye’sinden nostaljik bir hikâyeyle buluşturuyor.
Mücellâ, genç Cumhuriyet’le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
Zamanın daha ağır aktığı, hayatın ritminin daha çok mahalle aralarında karar bulduğu vakitler. Gaz lâmbasının ışığında içilen nohut kahvesinin ağızda buruk bir tat bıraktığı dönemler.
Arka planda Türkiye, pek çok çalkantının içinden geçerken bile kendini bildi bileli çeyiz işleyen bir genç kız Mücellâ. Adım adım hayattan çekilirken bunu neredeyse hiç fark etmeyen… Neyi beklediğini bilmeden bekleyen… Derken günün birinde, kıyısında kaldığı hayata son bir çabayla dönmek isteyen…
Sümbül kokulu bembeyaz yastık kılıfları, kanaviçe işli peçeteler, uçları fistolanmış havlular, çeyiz sandıkları arasında…
Hanımeli, yasemin ve leylâk kokulu yaz ikindileri gibi uzun kış gecelerinde de, ya çardağın altında ya hep o soldaki pencerenin içinde…
Mücellâ’nın dupduru ve çarpıcı hikâyesi.
Mücellâ, eserleriyle çağdaş edebiyata damgasını vurmuş Nazan Bekiroğlu’nun incelikli kaleminden hep hatırlanacak bir roman.
Kitaptan Alıntılar
Sırrı dökülmüş bir aynanın içinde ancak yarısına kadar kullanılmış bir eski zaman kokusu gibiydi Mücellâ.
***
Eline bembeyaz bir patiska ve iğne ile iplik verileli beri çeyiz işledi Mücellâ, camdan içeri. Hayatı şu kuytu odanın hemen daima soldaki penceresinin içinde oturduğu yerden seyretti.
***
İki adımlık yolu koşarak eve döndüğünde kan ter içindeydi Mücellâ. Hayret! Bu nasıl olmuştu? Aman Ya Rabbi! Acaba o mu yanlış bir adım atmıştı? Ruhun böylesi çalkantısını ancak bedenin daha fazla yorgunluğunun alt edebileceğini basit bir sezgiyle hissetti. Basma eteği sırtına, ahşap takunyaları ayağına geçirdi. Kollarını dirseklerine kadar sıvadı.
***
Rüyalarını kaydettiği bir defteri yoktu Mücellâ’nın. Fakat o yorgunlukla, açık pencereden içeri rüzgârın taşıdığı hanımeli ve mor salkımın baygın kokuları arasında bir parça daldığında çok güzel bir rüya gördü.
***
“Mücellâ” diye başladı Nadire. “Bak görüyor musun şurada kocaman bir balık var. Yunus balığı gibi. Gagasını hanene uzatmış. Sana üç vakte kadar bir kısmet var.”
***
Bir müddet boşluğa dalgın dalgın baktıktan sonra “Mücellâ” dedi Filiz birdenbire, hiç hazırlık, giriş yapmadan. “Ben âşık oldum.”
***
Mücellâ merak etti, kendisine böyle bakılmak acaba nasıl bir şeydi? Kendisine böyle bakılan bir kadın neler hissederdi?
***
Sevda dediğin ne ki? Tarifsiz bir tanışıklık duygusu. Sebepsiz bir gülümseme arzusu.
Rüzgâr esti. Mantonun düğmelerini iliklerken sen de bana gülümsedin. Acaba? Bu ümit bile yetti.
***
Sırtındaki leylâk rengi aynı manto, boynundaki eşarbın deseni, ellerin ve sesin kalmış aklımda. Bir de saçların, her zamanki gibi.
“Haydi” demiştin. “Ziya, kalk gidelim buradan. Seni almaya geldim.”