Yüce Akhilleus, zeki Akhilleus, ışıl ışıl Akhilleus, tanrıya benzeyen Akhilleus... Hayatlarımızı o muazzam gölgenin altında yaşıyorduk. Hakikat ne mi? Akhilleus’un hikâyesi asla bitmiyor. Erkekler nerede savaşıyor ve ölüyorsa Akhilleus’u orada bulabilirsiniz.
Şehirlerin Muhafızı, bilge tanrıça Athena bu şehri pek umursamıyordu anlaşılan. Surlar aşıldı, şehir düştü, savaşın onca zulmüne yenileri eklendi, ölenlerin yerini yenileri aldı ve savaş sona erdi. Ancak galipler tıkılıp kaldıkları sahilde mutsuzlardı. Tanrılar bu galibiyetten razı değildi belli ki. Yunan ordusu zafer sarhoşluğu içinde bu defa ganimeti paylaşma derdine düşmüştü: şan, altın, silahlar ve zırhlar, bir de biz, köleler.
Akhilleus’un ardından evlendirilip eş statüsüne yükselse de özgürlüğüne kavuşamayan Briseis geçmişi anımsamaya ve anlatmaya devam ediyor. Ne yaptıysa hayatta kalmak adına yaptı ama vicdanı yakasını bırakmıyor bir türlü.
Savaş bitmiş olsa da Troya harabelerinin gölgesinde kızlar hâlâ köle, hâlâ suskunlar. Çarpışan kılıçların, zırhların gürültüsü arasında boğulup yok olmaya yüz tutmuş sesleri Pat Barker’ın kaleminden yankılanıyor.
“Kadın düşmanı bir distopyanın ortasında gelişen coşkulu bir macera.” –The Observet